Modern çağın hastalığı diye geçiyor kısaca…
Yann Martel “Pi’nin Yaşamı” romanında, çoğu insanı kundaklayabilen o gerilimi içişlerindeki fırtınasıyla anlatıyor:
“İşe her zaman zihninizden başlar. Kendinizi sakin, güvende ve mutlu hissettiğiniz bir anda… Ilımlı bir kuşkunun kılığına bürünerek, tıpkı bir casus gibi beyninize süzülür. Endişelenmeye başlarsınız.
Mantık tuzağa düşürülür. Kendinizi giderek zayıf ve kararsız hissedersiniz. Kuşkunuz dehşete dönüşür.
Sonra bir şeylerin çok kötü gittiğinin farkına varan bedeninize yönelir. Akciğerleriniz birer kuş gibi uçup gitmiş ve bağırsaklarınız bir yılan gibi sürüklenmeye başlamıştır bile.
Kulaklarınız sağır olur. Kaslarınız, sıtmaya yakalanmış gibi ürperir, dizleriniz titrer. Fazla aceleci kararlar verirsiniz. En son müttefiklerinizi göz ardı edersiniz: Umut ve güven.
İşte o anda kendinizi bozguna uğratırsınız. Yalnızca bir izlenim olan korku (anksiyete), sizi yenmeyi başarır.”
* * *
İştir, güçtür, okuldur, aşktır-meşktir, gelecektir hatta geçmiştir, olası bir kaza, felakettir, bir randevu, bir karardır, sıradan bir başağrısı, üşü(t)medir, ölümlü olmaktır… Bir çok insana çarpar ya da değer anksiyete.
Biri biter, diğeri başlar çoğu kez. Kare kare akan yaşamda, kendini yeniden üretir.
Nefes aldırmaz, molası olmaz. Saat sormaz.
Önüne geçilemeyen düşünceler inatçıdır, yatakta da bastırır, sokakta da peşinden gelir… İçe kapatır, eve kapatır. Her şey konuşur, o kendini dinler. Ama kendine de emanet edemez kendini…
Benlik flulaşır, içişlerinde kavrulur, kaybolur.
Vahim senaryolar uçuşur beyinde… Elindeki ipten daha derin, dibi koyu kuyulara iner.
Tanımlanması da zordur çoğu kez, kaynağını bulmak da…
Oscar Wilde “İnsanın gerçek yaşamı, yaşamadığı şeylerdir çoğu kez” diyorsa, bazen de insanın yaşamadığı acıların matemini tutmasıdır.
* * *
Bir haber okumuştum; London City University’de kurulan bir araştırma ekibi, yeni bir “suç dedektörü” üzerinde çalışıyormuş. “Korku (anksiyete) dedektörü”…
Cihazın çalışma prensibi basit aslında:
Korku, heyecan, endişe, panik gibi duygular insanın kontrolü dışında ve aşırı feromon salgılamasına neden oluyor.
Feromon düzeyini de terden saptamak olanaklı… Dedektör de işte bunu ölçecek.
Ve teröristler, kaçakçılar, firariler filan mimiklerine, davranışlarına hakim olsalar da, hormonlarını denetleyemeyecekleri için dedektöre yakalanacaklar.
* * *
Düşününce, makul geliyor. Ama, acaba o dedektör bizde kullanılabilir mi?
Bir sürü darbe yaşayan. Öyle ya da böyle şiddete uğrayan ya da durma tanık olan.
Yaşamının ergenlik, ilk gençlik dönemini sınav, baraj korkularıyla ve yaygın aile içi şiddetin gölgesinde yaşayan.
Batısında “Karakolda ayna var”ı, doğusunda “Karşıki dağlar jandarma”sı şarkı/türkü olan.
Kimlik sorulduğunda bile terleyen bir toplumda kullanılabilir mi?
* * *
Bağımsız Eğitimciler Sendikası’nın (BES) bir araştırması vardı.
Ankara ve İstanbul’da yaşayan, 18-30 yaş arasında 3 bin gence uygulandı araştırma.
Ve “Herhangi bir fobiniz , korkunuz var mı? “ sorusu yönetildi.
Ankete katılanların yüzde 95’i “Evet” yanıtını verdi.
Aynı araştırma, her 4 gençten birinin panik atak olduğunu da ortaya çıkardı.
* * *
Yani korku, en azından bir vehim, kuruntu, kaygı, endişe kol geziyor ortalıkta.
Bir başka deyişle, buram buram feromon…
İngiliz bilimciler, “korku dedektörü”nün 2-3 yıl içinde kullanılabileceğini söylemişler.
Bize daha epey zaman, anksiyete terapisi, toplumsal hormon tedavisi filan lazım.
İşte hendek, işte deve.
Henüz zor geçeriz o dedektörü…
Yaşar SÖKMENSÜER (Gazeteci)