Filmlerde izlediğimiz her şeyin yaşamımızda bir karşılığı var. İnsana ait duyguların, kaygıların yansımalarının izi filmlerde rahatlıkla sürülebilir.
Belki fantastik ve bilimkurgu gibi günlük hayatta karşılığı olmayan anlatıların bu söylediğimin karşısında durduğunu düşünebilirsiniz ama örneğin Yüzüklerin Efendisi serisinin dayanışma, sadakat, kardeşlik, aşk gibi duygularla yoğrulmuş olduğunu kim inkar edebilir? Dolayısıyla reel dünyayı yansıtmayan fantastik, ütopik ya da distopik filmlerde de temelde bize dair duygulardan başka bir şey yok.
İnsanlıkla birlikte varlığını sürdüren temel kaygılardan biri ölüm. Ölümsüz olma ya da en azından uzun bir yaşama kavuşma isteği insanlık kadar eski.
Mitler bize bunu kanıtlıyor. Gılgamış can dostu Enkidu’nun ölümünün ardından krallığını geride bırakıp ölümsüzlüğün formülünü bulmak üzere uzun ve zorlu bir yolculuğa çıkıyor. Güneş ve Ay’ın kız kardeşi Şafak tanrıçası Eos delicesine aşık olduğu Troya Kralı Laomedon’un oğlu Tithonos’u ölümsüz yapmaları için tanrılara yakarıyor ve dileği yerine getiriliyor. Ama Eos bir detayı unutuyor; ölümsüzlüğe eşlik edecek gençliği. Böylece ölümsüz yapılan Tithonos geçen zamanla birlikte giderek yaşlanıyor, küçülüyor ve sonunda bir çekirgeye dönüyor. Bugün yaşadığımız çağda da, hala ölümsüzlüğü arzulasak da, temel meselemiz sağlıklı ve uzun bir yaşam sürmek. Prof. Dr. Yeşim Gökçe Kutsal Yaşlanan Dünyanın Yaşlanan İnsanları başlıklı çalışmasında yaşlı nüfusun yılda % 2,5 oranında bir artış ivmesine sahip olduğunu vurguluyor. Bugün dünya üzerindeki toplam nüfusun yüzde 10’u 65 ve daha yukarı yaşlardaki nüfusu oluştururken 2050’de bu oranın yüzde 16’nın üzerine çıkması beklenmektedir, diyen Gökçe Kutsal, günümüzde dünyadaki gelişmiş ülkelerde 65 yaş ve üzerinde 146 milyon insan olduğu tahmin edildiğini ve bu yaş grubunun 2020 de 232 milyon civarında olacağını, 2030 yılında ise 1,4 milyara ulaşacağının ön görüldüğünü belirtiyor. Bu da gösteriyor ki insan ömrü geride bıraktığımız çağlara göre daha uzun. Ama acaba uzayan ömre sağlık da eşlik ediyor mu?
Yaşlılığa eşlik eden en korkutucu hastalıkların başında geliyor Alzheimer. Bugün dünyada 50 milyon Demans/Alzheimer hastası olduğu belirtiliyor. Unutmak insana bağışlanmış en güzel armağanlardan biri belki; acıları, kötü anıları unutmasak nasıl yolumuza devam edebiliriz? Ama istemediğimiz halde unutmak, bütün ömrümüzü geçirdiğimiz insanları, sevdiklerimizi, ömrümüzü vakfettiğimiz işimize dair bilgi birikimimizi, deneyimlerimizi unutmak…
İşte bu gerçekten çok ürkütücü. İnsana dair bu yoğun endişeden sinema da uzak kalamıyor haliyle ve giderek artan biçimde Alzheimer hastası temsillerini daha sık görüyoruz beyazperde ve ekranlarda. Iris (Yön. Richard Eyre, 2001), Karşı Pencere/Facing Windows (Yönetmen Ferzan Özpetek, 2003), Pandora’nın Kutusu (Yön. Yeşim Ustaoğlu, 2008), Unutma Beni/Still Alice (Yön. Richard Glatzer&Wash Westmoreland, 2014), Unutursam Fısılda (Yön. Çağan Irmak, 2014), Ekşi Elmalar (Yön. Yılmaz Erdoğan, 2016), İki Kez Yaşa Bir Kez Sev/Vivir Dos Veces (Yön. Maria Ripoll, 2019) hemen aklıma gelenler. Kuşkusuz sayıyı artırmak olanaklı. Alzheimer hastalarının yer aldığı filmler genellikle iki vurgu noktasıyla ayrılıyor; hastalığın bir portre üzerinden nasıl ilerlediği ve hastalık aracılığıyla geçmişle hesaplaşma, yüzleşme. Sıraladığım filmler arasında bir portre üzerinden hastalığın gidişatını anlatan filmlere en güzel örnekler Iris ve Unutma Beni. Büyük ölçüde İki Kez Yaşa Bir Kez Sev‘i de bu kategoriye sokabiliriz. Richard Eyre imzalı 2001 yapımı Iris, roman yazarı Iris Murdoch ile eşi John Bailey’nin gerçek yaşam öykülerine dayanıyor. Bu nedenle film çok daha etkileyici bir hal alıyor. Bu üç filmde de ortak nokta karakterlerin hepsinin üniversitede öğretim üyesi olması. Iris biyografik bir özelliğe sahip olduğu için 1948’den 1963’e kadar Oxford’da St. Anne College’da felsefe profesörü olarak görev yapan Iris Murdoch için yapılabilecek bir şey yok elbette ama Unutma Beni ve İki Kez Yaşa Bir Kez Sev filmleri tamamen kurmaca ve burada entelektüel olarak toplumun üst katmanlarında yer alan saygın profesör temsiliyle karşılaşmak hayli anlamlı. Alice Colombia Üniversitesinde Dilbilim Alanında, İki Kez Yaşa Bir Kez Sev filminin ana karakteri Emilio ise matematik alanında saygın profesörlerdir. Bu filmlerde karakterler için seçilmiş olan alanların belleğin güç ve kıvraklığına daha çok ihtiyaç duyulan alanlardan seçilmesi tabii ki tesadüf değil. Böylelikle belleğin yitimi daha dokunaklı bir hal alıyor.
Karşı Pencere, Pandora’nın Kutusu, Unutursam Fısılda ve Ekşi Elmalar‘da ise izlek biraz daha farklı. Alzheimer’a yakalanan hastalar, hastalığın semptomlarından biri olarak uzak geçmişi yakın geçmişten daha iyi hatırlıyorlar ve böylece geçmişte yaptıkları hatalarla yüzleşiyor, sırlar ortaya çıkıyor ve bir bağışlama süreci yaşanıyor. Karşı Pencere dışındaki tüm filmlerde odakta aile var. Hastalar bir anlamda çocuklaştığı için, daha önce bağ kuramadıkları torunlarıyla da yakınlaşma şansları oluyor. Bu kategoride bir film olmasa da yan hikaye olarak İki Kez Yaşa Bir Kez Sev’de de benzer durum çok sıcak biçimde aktarılmış. Karşı Pencere filmindeyse, eşiyle sorunlar yaşamakta olan Giovanna, sokakta kaybolmuş halde buldukları Alzheimer hastası Simone aracılığıyla hayatına yön verebiliyor. Kendi geçmişiyle hesaplaşmaya çalışan Simone, kendi hata ve deneyimlerinden yola çıkarak Giovanna’ya bilgece öğütler verip yol gösteriyor. Tüm bu filmler içinde Karşı Pencere‘deki Alzheimer hastası temsilinin işlevsel olarak hayli farklı olduğu söylenebilir. Peki kendinden sonraki kuşaklara olağanüstü bir eser bırakmış bir tıp doktoru Alzheimer hastası olursa? Bunu merak ederseniz televizyonlarımızdaki dizilere ilham vermiş, hatta bire bir uyarlanmış Grey’s Anatomy dizisine bir göz atabilirsiniz. Diziye adını veren anatomi kitabının yazarı ve ana karakter Meredith Grey’in annesi olan Ellis Grey’in Alzheimer hastası olması sizce de hayli ironik ve anlamlı değil mi? Belki gelecek aylarda tıp doktorları hakkındaki dizilere değinirim.
Tabii unutmazsam…
Prof. Dr. N. Aysun Akıncı YÜKSEL